29 Temmuz 2011 Cuma

DÜNYANIN KURGUSAL SONLARI

Elimizde bi fırsat olsa. İstediğimiz her filmin sonunu belirleyebilsek. Mutlu mu bitmesini isterdiniz mutsuz mu? Şimdi, “Mutsuz son mu istenir, tabi mutlu olsun hem de en mutlusundan.” dediğinizi duyar gibiyim. Ben pek sizin gibi düşünenlerden değilim.  
Titanic’in sonunda Jack ölmeseydi, Rose’una kavuşsaydı; tekrar tekrar izlenir miydi? Sweeney Todd sonunda eşini fark etmeden öldürmeseydi, sizde bu kadar büyük bi etki yapabilir miydi? Melekler Şehri’ni hatırladınız mı? Ya Hayat Güzeldir’i? Leon’un sonu güle oynaya bitseydi o derece efsane olur muydu? Inception’ı tekrar düşünmenize neden olan şey filmin sonunun kötü bir şekilde bitme ihtimali değil mi? Ya Requem For A Dream? Black Swan? Becoming Jane? More Than Blue? A Moment To Remember? İncir Reçeli?

Karamsar-Kötümserim. Bunu şimdiye kadar fark etmişsinizdir.  Benim gerçeğim bu. Mutsuz sonlar mutlu sonlardan daha gerçekçidir. Hayat güllük gülistanlık değildir. Acımasızdır. Sen şu an mutluysan bile dünyanın diğer tarafındaki savaşmak zorunda olan, aç olan insanları inkar edemezsin. Mutsuz sonlar insanların haline şükretmesini sağlar, mutlu sonlar ise genelde kendilerinde eksik bulmalarını.
Ben buyum. Siz senaristi öldürüp yerine geçmeye çalışırken ben, yönetmen dahil herkesin yerine geçerim de yine de o senaristi orda bırakırım. O hayata en yakın gerçeği yapar benim için filmde.
Acılar, ölümler, mutsuzluklar olmadan hayatınızın tadını alamazsınız. Ya bütün bunları hayatın içinde yaşamanız gerekir ya da filmin içinde. İşte ben ikincisini seçenlerdenim.
Hiç mi mutsuz olmam? Hayır, sadece halime şükrederim.
Gülümser yoluma devam ederim.
Ya siz?



Mıymıntı Matmazel


27 Temmuz 2011 Çarşamba

KARA-R-SIZ

Kararsızlık zor şey ademoğlu ya da havvakızı. En kötü karar bile kararsızlıktan iyi derler, tamam buna da inanmıyorum ama yine de kötü şey ( Zaten buna inansaydım şimdiye kadar tercihi yapmış olurdum. ). Vay efendim şunun şusu iyi vay efendim bunun adı yok vay efendim kapısı küçük bacası büyük… Yeter yahu! Bütün gün düşünüp durmaktan başım ağrıdı. Yakında ciddi ciddi bırakıcam bu okuma işini. Hedefimi tutturdum, sorun artık oranın gitmeye değer bi yer olmadığını düşünmeye başlamam.
Kararsızlık dediğin girdap gibi bişi arkadaş. Yaklaşman bile içine düşmen için yeterli. İşte ben içine düşenlerdenim. Sen sakın yaklaşma.
Şimdi kolaysa çık işin içinden matmazel.
Belki tercihlerden sonra tekrar buralarda.


Evet şimdi bu resim biraz alakasız oldu. Kabul.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Almost Here


Şu sıralar resmen bu şarkıya takılmış durumdayım.
Brian McFadden-Delta Goodrem
Almost Here




Mıymıntı XOXO

8 Temmuz 2011 Cuma

Korku.

Korkuyorum hem de çok pis. Öyle böyle değil. Neyden mi? Acı çekmekten, kırılmaktan, mutlu olmaktan, doğrudan, yanlıştan, kazanmaktan, kaybetmekten, gülmekten, ağlamaktan, incinmekten, konuşmaktan, susmaktan,... hatta bazen düşünmekten, hayal etmekten korkuyorum. Bi sebebi yok. Olmayan sebebi yüzünden çaresi de yok. Adı konulmamış bi hastalık gibi. Üstelik bedenimin her yerini kaplamış. Söküp atamıyorum. Benim bir parçam haline gelmiş, nefes alış verişini duyabiliyorum. Sorun nerde başladı ne zaman başladı hatırlamıyorum. Kendimi bildim bileli hep böyleydi. Eskiden, çocukken, büyüyünce tüm korkuların biteceğini sanırdım. O zaman ölümden korkardım, daha doğrusu bir sürü korku içinde en büyüğü oydu. Aradan yıllar geçti, ölümün kendisi korkutmuyor artık beni; yaptıklarımdan, yapacaklarımdan, yapabileceklerimden korkuyorum. Ölürken yanımda onlar olacak çünkü. Azrail'in kendisi korkutmuyor beni, ben kendimden korkuyorum.
  Ve buna bi çare bulamıyorum.
                           

Matmazel R.R 
(ama siz onu zaten tanıyorsunuz)
yazdıkların(m)ı dikkate almayın,
Mıymıntı'nın tekiyim.

Her neyse,
korkunun ecele faydası yok.
buranın ilk siyah yazısına nokta.

7 Temmuz 2011 Perşembe

My Immortal


Evet, Matmazel yeni bi şarkıyla çıkageldi. 2004 yapımı bi Evanescence şarkısı. Her gezimizde dinlediğimiz yol şarkımız. Bu şarkının Matmazel'deki yeri ayrıdır.

Sizi şarkıyla baş başa bırakıyorum.

I'm so tired of being here, suppressed by all my childish fears
And if you have to leave, I wish that you would just leave.


Matmazel'den Mıymıntısızlıklarla

Mıymıntı Yemekler Tabak-1

En sevilmeyen yemek bölümünün bu hafta konuğu;

Bamya Yemeği
Malzeme Listesi:
1 kilo bamya
1 adet limon suyu (kavanoz bamyaya 1 yemek kaşığı)
600 ml su (3 su bardağı)
2 adet domates
1 yemek kaşık domates salçası
1-2 orta boy soğan
yarım cay bardagı zeytinyağı
tuz
 
Yapılışı:
Bamyaları yıkayın. Bir kabın içine suyu ve limon sularını koyun. Bamyaları ayıklayarak ekşili su içine atın (ekşili su bamya yemeğinin suyunun uzamasını engeller).
Limon suyunu üzerine gezdirin.Temizleme işlemi bittikten sonra tencereye yağı , çok ince doğranmış soğanı koyun ve 2-3 dakika kavurun. Bir yemek kaşığı salça katıp biraz daha kavurun. Domatesleri kabuklarını soyarak kare doğrayın ve soğanlara ilave edin. 3-4 dakika daha karıştırarak pişirin. En son ekşili su içindeki bamyaları da katın ve ağız tadınıza göre tuz ilave edin.
 
Bamyalar pişinceye kadar ocakta tutun, sonrasında servise hazırdır.
 
tarif barbunyam.blogcu.com'dan alıntıdır.
 
Böyle bir yemeği hayatta yemeyeceğim için size afiyet olsun =) 
 
Matmazel Mıymıntı XOXO

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Alice Harikalar Diyarında Vol-1

Toplayın valizlerinizi, bavullarınızı. Mıymıntı sizi götürmeye geldi. Bu hafta Norveç'e gidiyoruz. Ya da resmi adıyla Norveç Krallığı'na. Adından da anlaşılacağı üzere bir anayasal monarşi ülkesi.
Kısa bir özet bilgi vermek gerekirse;
Kuzey Avrupa'da bulunan İskandinav Yarımadası'nın batısında bir ülke. Finlandiya, İsveç ve Rusya Federasyonu ile komşu olan ülkenin batıda Atlas Okyanusu'nun bir kolu olan Norveç Denizi'ne kıyısı vardır. Ülkenin başkenti Oslo'dur. 


Norveç Avrupa ortalamasının üstünde yaşam standartına ve ekonomik gelişmişliğe sahip olduğu için Avrupa Birliği'ne girmek istememektedir. Öte yandan; Norveç, İsviçre, İzlanda ve Lihtenştayn ile birlikte EFTA (Avrupa Serbest Dolaşım Örgütü) üyesidir ve bu örgütü terk edip AB'ye geçmeyi istememektedir. Ülkede iki kere referandum yapılmış ikisinde de Avrupa Birliği'ne red kararı çıkmıştır.

Anlayacağınız gerçekten çok zenginler. Norveç'te kişi başına milli gelir 52,561 dolardır ve bu rakam ile ikinci sırada yer alır. Öte yandan Avrupa'nın en pahalı ülkesidir.
Norveç'te Kuzey Işıkları'nı da görmek mümkün. Demiş miydim?










Vikingler'in torunları olan Norveçliler, uzun boylu, sarışın ve mavi gözlüdür. Küçük bir azınlık oluşturan Laponlar ise kısa boylu ve esmerdir.















Yazın Kuzey kutbu dairesinde en göze çarpan şey gece yarısı güneşidir.En kuzeyde Nordkapp’da güneş 13 Mayıs’tan 29 Temmuz’a kadar görünmez.



Norveç'teki göllerden biri.













Ayrıca Norveç'in geleneksel tahtadan yapılmış evleri ve kiliseleri çok ünlü.
Norveç'in muhteşem fiyortlarından bir görünüm.
Norveç dağlar,fiyortlar ve buzullardan oluşmuş,el değmemiş güzelliğe sahip bir ülkedir.Ülkede yıl boyunca kayak yapabilir,vahşi doğayı uzun yürüyüşlerle keşfedebilirsiniz.Norveç’te araba,tren ve feribotla yapacağınız gezintilerde karşılaşacağınız doğal manzaranın sizi büyüleyeceğinden emin olabilirsiniz.Uzun yaz günlerinin yaşandığı ülkede doğallığı bozulmamış balıkçı köyleri ve zengin geçmişe sahip tarihi alanların tadını çıkarabilir Viking gemilerini ve ortaçağa ait kiliseleri gezebilirsiniz. Norveç’in değişik coğrafyası,ülkede soğuktan başka bir şeyin olmadığını düşünen turistleri şaşkınlığa uğratır.Tam tersine ülkenin güneyinde tarım alanları,muhteşem ormanlar ve güneşli plajların yanı sıra fiyortlar da bulunur.Macera tutkunu turistler Svalbard takımadalarına doğru ilerleyip fok,mors ve kutup ayılarının buzlar üzerindeki güneş banyosuna tanık olabilirler.
Norveç Mayıs ayından Eylül’e kadar en iyi ve en güneşli zamanlarını yaşar.Baharın sonuna doğru olan zaman dilimi ziyaret için en güzel dönemdir.Bu zamanda meyve ağaçları çiçek açar,günler uzar,hava ılıktır ve görülmeye değer yerler açık ama kalabalık değildir.
Oslo'dan bir görünüm.

 Her Türlü Mıymıntılığıyla Matmazel XOXO

5 Temmuz 2011 Salı

Vişneli Cheesecake

Size sevmediğim bi tatlı tarifi vermekten gurur duyuyorum. Bu benden beklenecek bi mıymıntılık zaten.

Vişneli Cheesecake


Vişneli Cheesecake


Kaç Kişilik : 4 kişilik
Hazırlanma Süresi : 25 dakika
Pişirme Süresi : 30 dakika


Malzemeler 
  •  100 gr margarin
  •  1.5 paket eti burçak
  •  1 çay kaşığı tarçın
  •  400 gr labne peyniri
  •  1 paket krema
  •  1 yumurta
  •  1 yemek kaşığı buğday nişastası
  •  yarım bardak toz şeker
  •  1 paket vanilya
  •  1 paket tart jöle
  •  1.5 bardak vişne suyu
  •  Dondurulmuş vişne 
Hazırlanışı
  • Tabanı için;
  • Margarin tavada eritilir,daha önceden toz haline getirilmiş burçaklar yağda kavurulur. Üzerine de tarçın eklenir. Burçaklar uygun kıvama geldikten sonra borcama yayılır.
 

  •  Krema kısmı için;
  •  Labne,krema,yumurta,buğday nişastası,tozşeker,vanilya hepsi bir kaba konulur ve çırpıcı yardımıyla çırpılır. Çırpılan karışım borcama dökülür. 180derecede pişine kadar bekletilir.
 

  • Üst kısmı için;
  • 1.5 bardak vişne suyuna tart jöle ve 2 silme yemek kaşığı toz şeker konarak kaynatılır.Karışım kaynadıktan sonra vişneler ilave edilir,biraz daha karıştırılır ve kremanın üzerine dökülür.     
  •   1 gün boyunca buzdolabında bekletilir. 
Benden bu kadar. Vişnesi benden geri kalanı yemesi sizden. Afiyet, bal, şeker olsun.

www.yemektarifleri.com 'dan alntıdır.

M.Matmazel

Harikalar Diyarında Kaybolan Adam: Lewis Carroll

Hepimiz masallara inanmak isteriz değil mi? Bizler; eski ve yenidünya insanları, büyük ve küçük insanlar. Hangimiz sıradan hayatımızın düzlüğünde, ayaklarımızın ucunda kocaman ve ışıltılı bir kapı açılsa bunu reddetmeyi aklından bile geçirmeden minik bir adım atma cesaretine sahip ki... “Cesur olmak” elbette biz büyükler için çok daha zor. Ama ya çocuklar... Masalları uykunun başlangıcı, rüyaya atılan ilk adım olarak algılayan, anlayan, “sanan” çocuklar böyle mi? Masal dinleyen bir çocuğun gözlerine bakmayı deneyin. O olağanüstü parlaklığı, bizlerin çoktan kaybettiği “ya sonra neler olacak?” merakını, cümle bitip sona gelindiğinde o iç burkan yutkunmayı göreceksiniz. Eşsiz hayal gücünün gerçek dünyanın karanlığına yenildiği o yazık an! Ve çocuklara masal anlatma telaşıyla yola çıkan bir adam; Charles Ludwidge Dodgson. Tanıdığımız ismiyle, Lewis Carroll.
Gerçek dünyanın o katı ve değişmez hakikatinden sıyrılmaya çalışan bir deha –kimilerine göre bir deli belki-. Hastalıklı bir matematikçi, delice tutkuları olan bir fotoğrafçı, saf yanı hala canlı bir papaz, anagram ustası bir mantıkçı, sınırları zorlayan masalların yaratıcısı, yazar ve şair. Alice Harikalar Diyarında’yı yazacak olan kalemin sahibi dünyaya geldiğinde yıl 1832’ydi. İngiltere’nin Daresbury kasabasında bir din adamının çocuğu olarak açtı dünyaya gözlerini, üç kardeşin en büyüğüydü. Rahip ya da asker olmak Carrell Ailesinde tarihi bir gelenekti sanki. Ve bu geleneksel işten şaşmayarak Lewis Carroll’da rahip olması için yetiştirildi. Fakat 20’li yaşlarının ortalarında din eğitimini yarıda bırakarak matematiğe ve edebiyata yöneldi. Bu değişim sadece seçeceği meslekte değildi üstelik işini ve adını da değiştirmeyi koymuştu kafasına. Ve yeni ismini Latinceden devşirilmiş bir yolla, bir kelime oyunuyla bulmuştu. lutwidge > ludovicus > lewis charles > carolus > carroll.
Rahip olamayacak kadar çok bağlıydı dünyevî zevklere belki, belki de tanrı’yla anlaştığından çok daha iyi anlaşıyordu, rakamlarla, paradokslarla, sözcüklerle. Gördüğü ve başa çıkabildiği her şeyle tanrıdan daha iyiydi arası. Gençti, başarılıydı ve yalnızdı. Ve Lewis Carroll olarak ilk şiirini yayınladığında sadece 23’ündeydi. Çok küçük yaşlarda başlamıştı hikâye ve şiir yazmaya. Çünkü yazarken rahat olurdu insan. Özgürce, dilediğince, sicim gibi uzayan satırlarla ve her şeyden önemlisi “kolayca” anlatabilirdi hissettiklerini. İnsan, yazarken kekelemezdi ki... Kendisinde başa çıkamadığı tek kusurdu bu. Bir türlü tek nefeste anlatamıyordu istediklerini. Uzun yıllar bu yüzden hep uzak durdu insanlardan. En sonunda kekeme ama işe yarar bir roman kahramanı yaptı kendini. Dodgson, kekeme olarak söylendiğinde “dodo” diye dile geliyordu, o da kendi adından bir kuş yarattı sonunda. Alice’in hikâyelerinin içinde, ona yol gösteren, yardım eden kekeme kuş yazarın ta kendisiydi aslında. Ve 1861 yılında Oxford Koleji'nden dereceyle mezun oldu, ardından matematik alanında doçentlik unvanı aldı. Eğer hayatımızda “kırılma noktası” dedikleri şey varsa, Lewis Carroll için bu Christ Church Collage’de çalışmaya başladığı andı. Okul müdürünün kızı, harikalar diyarının kahramanı Alice Liddle ile ilk kez burada tanıştı.
Okulun bahçesinde, tahta bir sandalye de yerden yüksekte kalan ayaklarını sallayarak oturan ve gözlerini yere dikmiş bir kız vardı. Ve efsane o ki; bu küçük kızın dalgın bakışlarından ilham alan Carroll, Harikalar Diyarı’na böyle adım attı. Başka bir efsaneye göre, Lewis çocukların fotoğraflarını çekmekten büyük keyif alan bir adamdı. Ve onların fotoğraflarında masum birkaç kare yakalayabilmek için yarattı Harikalar Diyarı’nı.

Çocuklara olmayan ülkeler anlatıyor ve onları beyaz bir tavşan vasıtasıyla yolculuğa davet ediyordu. Masalları dinleyen çocuklarsa, dalgın bakışlarla bakıyorlardı deklanşörün ardındaki yüze. 21.yy’da bizler, bu kitabın yazılış amacının ne olduğunu asla bilemeyeceğiz. Tıpkı Lewis Carroll’un günlüklerinde kendine neden “günahkâr” dediğini bilemediğimiz gibi. İlk kez 1865 yılında yayımlandı bu giz dolu hikâye. İlk cümlesinde Alice’in dediği gibi, “Resimsiz, konuşmasız bir kitap neye yarardı ki?” işte bu yüzden iki bin adet yapılan ilk baskıyı dönemin ünlü ressamlarından biri resimlemişti. Fakat daha sonra ressamın ricası üzerine bu ilk baskı rafa kaldırıldı. Bu basımdan elimize yalnızca yirmi bir tane ulaşması bu ilk baskıyı 19.yy’ın en az bulunan kitapları arasına soktu. 1866 yılında yapılan yeni baskı ise kısa zamanda tükendi. Alice Harikalar Diyarında’yı ilk okuyanlar arasında Kraliçe Viktorya ve Oscar Wilde da bulunuyordu. İçten içe beklediği ama ummadığı büyük bir başarı yakalayan Carroll, Alice’in maceralarının ikincisini kaleme aldı ve Harikalar Diyarı’nın devamı niteliğinde olan yeni bir sihirli hikâye yarattı:
Alice Aynanın İçinde. Bir matematikçinin küçük bir kıza matematiği, sayıları, rakamları sevdirmek için yazmaya başladığı bu eser, eğer Alice Liddell ısrar etmeseydi gizli saklı kalacaktı. Bizler, yani Harikalar Diyarı’na sadece dışardan bakanlar tarafından okunup sevilemeyecekti. İç içe geçmiş aynalar arasında, tıpkı öykünün kendisi gibi sonsuzluğa doğru uzayıp gidecek ama yine de bilinmez kalacaktı. İlk basımın ardından bir buçuk asır geçmiş olmasına rağmen, “varolmayan ülke” varlığını korumaya ve ardında bıraktığı cevapsız sorularla on binlerce okurunun kafasında soru işaretleri yaratmaya devam etti. Kimi zaman insanları beyazperdeye mıhlayan, gişe rekorları kıran bir filmde gösterdi kendini. The Matrix’de “follow the white rabbit”i hatırlayın, kimi zaman da, milyonlarca insanın hayranlığını kazanmış müzik gruplarının notalara döktüğü sözlere ilham kaynağı oldu. The Beatles’ın “Lucy in the Sky with Diamonds”ı yahut Travis’in “Humpty Dumpty Love Song”unda olduğu gibi. Öldüğünde İngiltere’nin en ünlü ve en sevilen çocuk kitabının yazarı olan Lewis Carroll’ın iç dünyasını anlamak, yarattığı diyara adım atmasını sağlayan magic mushroom’u kavramak, bitmek tükenmek bilmez baş ağrılarına şifa niyetine ne kullandığını bilmek, bazılarının dediği gibi otuz iki yaşındayken on bir yaşındaki Alice’e evlenme teklif etmiş olabileceğinin doğruluna inanmak, neden sadece çocukların yanında kekelemediğini tahmin etmek gerçekten de çok zor. Ve belki de imkânsız. 1853 yılından 1863 yılına kadar kayıp olan günlüklerinden gün yüzüne çıkanlarının bazılarında kendisini tanımlamak için dediği gibi ya bir “günahkâr”dı ya da klasikleşmiş bir masal olan Peter Pan’ın yazarı James Berrie gibi sadece çocuklarda bulabiliyordu o eşsiz huzuru, sakinliği ve saflığı. Ancak bir çocuğun yanındayken temize çekebiliyordu içini, ancak öyle anlatabiliyordu kendini.
Harikalar diyarı’nı yaratmasına her ne sebep olduysa, biz bunu bilemesek bile, yeryüzündeki tüm çocukların büyülü bir gerçekliğe inanmasını sağladı o. İki kere ikinin dört etmediği, yemeklerin içinden kıl çıkmadığı, var olmanın sanıldığı kadar sancılı olmadığı, zamanın durduğu ( Alice, Şapkacı ve Mart Tavşanı’nın beş çayını hatırlayın), iskambil kâğıtları ve hayvanların konuşmayı ve gülmeyi becerebildiği bir masal yarattı...


Bu yazının sonuna geldiyseniz tüm önyargılarınızdan sıyrılıp şimdi okuduklarınızı hayal edin lütfen: Günün birinde bir adam; sizi de dünyanızın tüm karanlıklarından alıkoysa, yorgunluklarınızı ve uykunuzu ödünç alsa, içinizdeki “merak” fitilini beyaz bir tavşanın “Eyvah, eyvah! Çok gecikiyorum!” cümlesiyle ateşlese... Kısa bir anlığına bile olsa siz de o beyaz tavşan gibi bir şeylere geç kaldığınızı düşünmez misiniz?. Kırmızı gözlü, şık kıyafetli o beyaz tavşanın ardı sıra yakalama fırsatı bulduğunuz yeni hayatınızın bilinmezliğine ilk adımınızı atmaz mıydınız? Tıpkı bir çocuk gibi masallara inansaydınız; belirsizlik, tanımsızlık, harika ülkenin tekinsizliği ya da en basitinden konuşan bir tavşan sizi peşinden koşmaya davet etmez miydi? Meraklarından ve şaşkınlıklarından sıyrılmış büyük bir adam olarak takipsizlik kararı mı alırdınız? Yoksa gözlerinizi, hislerinizi ve güm güm çarpan kalbinizi de yanınıza alarak iz sürmeye, büyüyüp küçülmeye, iç geçirmeye dair bir hikâyeye kahraman mı olurdunuz? Sizin de kafanız birazcık karıştı değil mi?




Hatırlamadığım bir zamandan, Hatırlamadığım bir yerden alıntıdır.
Mıymıntı'dan XOXO

It's A Beautiful Lie


Zamanın bana unutturamadığı şarkılardan biri. Hatta lise-1 şarkım da diyebilirim buna. Olimpiyat günlerinde sabah akşam dinlerdik. Pek olimpiyata çalışmadığımız için sabah akşam şarkı dinlemek çok zor olmuyordu =)
 Bu şarkının tarifini versem şöyle olurdu sanırım; Yarım paket doğallık, bir çay kaşığı yalınlık, bir tutam çığlık. Mikserle çırptıktan sonra soğuması için 5 dk. kutuplarda bekletin. Afiyet Olsun.
 Bi de Mıymıntı hatırlatsın size, bu şarkı; 2008 MTV Avrupa Müzik Ödülleri Yılın En İyi Video Klibi ödülünü de aldı aynı zamanda.


Lie awake in bed at night
And think about your life
Do you want to be different?
Try to let go of the truth
The battles of your youth
                 'Cause this is just a game                 

-30 Seconds To Mars-

Matmazel'den Mıymıntılıklarla

4 Temmuz 2011 Pazartesi

What About Now?

Bugün sandığımdan buldum. Çıkardım. Biraz toz olmuş ama eskimemiş hala. Bi daha dinlemek istedim. Evvel zaman içinde radyo dinlerken çıkıp gelmişti karşıma. Şimdi bir kez daha.

Shadows fill an empty heart
As love is fading,
From all the things that we are
But are not saying.
Can we see beyond the stars
And make it to the dawn?

Change the colors of the sky.
And open up to
The ways you made me feel alive,
The ways I loved you.
For all the things that never died,
To make it through the night,
Love will find you.

What about now?
What about today?
What if you're making me all that I was meant to be?
What if our love never went away?
What if it's lost behind words we could never find?
Baby, before it's too late,
What about now?

The sun is breaking in your eyes
To start a new day.
This broken heart can still survive
With a touch of your grace.
Shadows fade into the light.
I am by your side,
Where love will find you.

What about now?
What about today?
What if you're making me all that I was meant to be?
What if our love, it never went away?
What if it's lost behind words we could never find?
Baby, before it's too late,
What about now?

Now that we're here,
Now that we've come this far,
Just hold on.
There is nothing to fear,
For I am right beside you.
For all my life,
I am yours.

What about now?
What about today?
What if you're making me all that I was meant to be?
What if our love never went away?
What if it's lost behind words we could never find?

What about now?
What about today?
What if you're making me all that I was meant to be?
What if our love never went away?
What if it's lost behind words we could never find?
Baby, before it's too late,
Baby, before it's too late,
Baby, before it's too late,
What about now? 

Matmazel'in Mıymıntısızlıkları...


 

Günün Saçmalığı

Bugün 4 Temmuz. Yani takvime bakarak da anlayabilirdiniz bunu. Her neyse. Bugün, ABD'nin 2., 3. ve 5. başkanlarının, Marie Curie'nin, Tomris Uyar'ın, Barış Akarsu'nun, François-René de Chateaubriand'ın ölüm yıl dönümüymüş. Doğumlar ölümler kadar dikkatimi çekmediğinden onlara yer vermiyorum burada.
-Marie Curie; Polonya asıllı Fransız bi kimyager. Toryum'un radyoaktif olduğunu bulan, periyodik cetvele Polonyum'u yerleştiren, radyoloji biliminin kurucusu. Nobel ödülünü alan ilk kadın; bu ödülü iki kez alan ilk biliminsanı.  Fransa'nın Savoy kentinde kan kanserinden öldü. Hastalığı, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı. Bu yüzden ona "bilim için ölen kadın." denildi. Marie Curie' nin mezarı Fransa' nın ulusal anıt mezarı olan Panthéon' a taşındı. Marie Curie başarılarından dolayı bu şerefe layık görülen ilk kadındır. O zamanlarda tuttuğu not defterleri bile o kadar radyasyona maruz kalmıştır ki, bugün o defterler radyoaktif koruma altında incelenebilmektedir.-
Chateaubriand, Fransız yazar, politikacı ve diplomat. Bir de Fransa'da romantizmin babası. Doğayı betimleme ve duyguları anlatma şekli hem Fransa'da hem de Fransa dışında neslinin romantik yazarlarına örnek olmasına sebep oldu. Örneğin, Lord Byron René'den çok etkilenmişti. Genç Victor Hugo ise bir deftere "Chateaubriand Olmak ve Olmamak" isimli bir yazı yazmıştı. Düşmanları dahi yazarın etkisini reddedemedi. Politik sebeplerden ötürü yazardan hoşlanmayan Stendhal bile De l'amour isimli kitabında Chateaubriand'ın psikolojik analizlerini kullandı. 

Ha bi de unutmadan. Bugün günöte. Kıymetini bilelim güneşimizin.
Matmazel'den Mıymıntılıklarla... 

3 Temmuz 2011 Pazar

Güzel Bir Gün...

Bugün gezdim, tozdum. Sınavdan sonra bu kaçıncı "Yılın Acısını Çıkarma Günü" hatırlamıyorum ama onlardan biriydi işte. Pikniğe gittik.  
-Burası Gölcük. Sönmüş bi volkan kraterinde yer aldığı için yüzmek yasak. Yok ben iyi yüzücüyüm diyorsanız da internette yapacağınız küçük bi aramadan sonra göreceğiniz boğulma vakalarıyla vazgeçeceğinize eminim. -
Yedik, içtik. Sonra dayım hadi araba sürmeye dedi. Ben zaten hevesliyim, durur muyum? Kardeşim Elmalı Turta'yı de ikna ettikten sonra bindik arabaya. Önce teorik ders. Ben daha önce de araba kullandığımdan az çok neyin ne olduğunu biliyorum, o yüzden pratiğe geçebilmek için can atıyorum. Nihayet şöfor koltuğuna geçtim. Debriyajıydı vitesiydi ayarladım. Sürmeye başladım. Yol biraz bozuk, toz toprak. Neyse, dayım dur diyene kadar sürdüm arabayı. Koltuğa bu sefer ET geçti. İlk kez böyle bi işe kalkıştığından biraz huzursuz. Arabaya yaptırdığı bi kaç stop ve patinajın ardından nihayet arabayı kımıldatmayı başardı. O kullanırken "Araba Kullanırken Yapılmaması Gereken Şeyler" listemi doldurmaya başladım ben de. Sürüş bitti. Dayım bi haftasonu tekrar araba sürebileceğimizi söyledi. Şimdi haftasonunu iple çekiyorum. Bu arada ehliyetimi almama daha bi senem var ve beklemekten sıkıldım.   
 Her piknik gibi eğlenceli, yorucu ve börtü-böcek dolu bi gün geçirdim. Kaplumbağa gördük. Doğal olarak o da bizi gördü. Görür görmez de kabuğuna sindi tabi. 
Buraya gelmek biraz zahmetli. Yolları kötü. Ve Türkiye'deki bi çok yer gibi piknik alanı bakımsız. Yine de görmeye değer. Bu arada Teoman'ın deyimiyle Ölmek için Güzel Bir Gün, Güzel Bir Yer.
 Matmazel'den Mıymıntılıklarla ...