26 Kasım 2011 Cumartesi

Bullshit!

Yapmak istemediğim şeyler yüzünden kendimi suçlayamam.
Ya da elimde olmadan gelişen olaylar için...
Az önce babam telefonda biriyle görüştü; bense burda yalnızlık ve bitmişlik hissettim sadece.
Benim suçum yoktu. Ama bu kendimi kötü hissetmemi engellemedi.

Aslında böyle hissetmemem gerekir. Ama hayatın iplerini elimden salamıyorum işte. Ne olursa olsun diyemiyorum.
Bullshit!
Hep üzülen taraf ben mi olmalıyım?

21 Kasım 2011 Pazartesi

Ana Haberlerde Mahvedilen Taş Şarkılar Listesi

Tek göz bir odada yaşam mücadelesi veren adam müzikleri 
 * 95 Eurovision Şampiyonu Nocturne


* Requem for a Dream

* Schindler's List Soundtrack




Esnaf yine kan ağlıyor vatandaş tepkili peki yeni zamlara halkın tepkisi ne olacak müziği
 * Van Helsing



Sağlıksız koşullarda vatandaşın hayatını hiçe sayarcasına üretim yapan pastane müziği
* Terminator Soundtrack



Reha Muhtar Müziği
* Carl Orff - O Fortuna
  
 alıntıdır ^.^
Mıymıntı Matmazel XOXO

14 Kasım 2011 Pazartesi

Time's Up

Uzun zamandır yapmayı düşündüğüm şeyin zamanı geldi.
Facebook'u dondurdum.
Sadece zaman kaybı olmaya başlamıştı. Üstelik sinirimi bozan, canımı sıkan şeyler de oldu, belki biraz benim yüzümdendi ama öyle işte.
Bıraktım.
İngilizceye odaklanmam gerek.
Canımı sıkmamam gerek.
Ama her şey istediğin gibi olmuyor işte.
Bu yazıya başlarken kendi kendime söz vermiştim, yazdıklarımı silmemek için, çünkü huyumu biliyorum; yarım sayfalık yazılarımı tek kalemde sildiğim oldu.
Bu yüzden de hep içimde kaldı. Ve içine attığın her şey başka bi şekilde patlak veriyor mutlaka, ben bunu geç de olsa öğrendim.
Bu da yazının sonu olsun.

Why do we say that until we get that person that we think's.
Gonna be that one and then once we get'em, it's never the same.
You want them when they don't want you,soon as they do, feelings change.
It's not a contest and I ain't on no conquest for no mate.

13 Kasım 2011 Pazar

Barney's Rules Are The Best!

Never date a girl with a hook for a hand.

Never go out with a chick whose last name ends in a vowel.

If you're gonna get it on in a portable toilet, do it early in the day.

Never meet a girl's parents.

Never pass up a free sample.

Never pet a chicken.

If "Don't Stop Believing" comes on, stop whatever you're doing and sing along with one hand up in the air.

Never check a bag. 

SUIT UP!

If it's yellow, flush it down, too.

Never spell check.

Never trust a dude with hair past his shoulders.

Never trust a dude with hair ON his shoulders.

Never delete "Total Recall" from your DVR.

Never enter a wine bar. They attract women over 30.

Never wear a brown belt with black shoes.

No cats.

Never take a girl back to your place, especially if your place is the White House. 

Always wash your hands before returning to work.

Never leave home with less than three condoms in your wallet.

However old a girl says she is add five years. However much a girl says she weight add twenty pounds.

Never make the first or third out at third base.

Never meet a girl for lunch.

Never repeat yourself.

SUIT UP!

Don't say the same thing twice.

Bang twice, dump once.

The longer the line, the better the food.

Throw it high, say "goodbye." Throw it low, you're going to the show.

If you pay your taxes before a court mandates that you do, you've paid too soon.

When travelling internationally, it's best to stick to bottled water and avoid ice cubes.

C-cups and up.

Never run without stretching.

Never wear a clip-on.

Never use an airplane lavatory.

Wait at least an hour after eating before humping.

He who smelt it, dealt it.

Ask yourself, "What would Ted do?" Then do the opposite.

Never order a "small" beer.

Black tie is never optional.

If someone yells "Duck!" then duck.

SUIT UP!

  Mıymıntı Matmazel XOXO

30 Ekim 2011 Pazar

Güzel Günler Bizi Bekler

Ben geldim.
Bloga yazmayalı epey olmuş yine.
Aslında yazmamamın sebebi meşguliyetim değildi.
Sadece yazacak bir şeyler yoktu.
Ya da vardı da buraya yazamazdım.

Şimdi de ne yazacağımı pek bilmiyorum aslında.
Yarın okul var.

Sanırım yazasım yokmuş.
Bu da şarkımız olsun madem.

Benden bu kadar.

Belki de bazı şeyleri bitirme vakti gelmiştir.

not: Klibi izlemeyiverin.




Mıymıntı XOXO


7 Eylül 2011 Çarşamba

Sevgili Mıymıntı Günlük

Ayın 7'si günlerden Çarşamba. Dokuz ayın Çarşambası biraraya gelmese olmaz dedikleri gün bu.

Malum üniversite kayıtlarıydı sınavlarıydı derken bu aralar fazlaca meşgulüm. Yurt kaydını yaptırabilmem için eksik belgeler vardı. Hadi dedik onları halledelim bugün. Önce tüberküloz, hepatit ve eliza testleri gerekiyodu. Kliniğe gittik.




 Hemşire kan almak için damar yolu açmaya çalıştı, ama benim damarlarımın son 5 senedir normal insanlarınkinden dar ve ince olması hasebiyle bi türlü tutturamadı. İğneyle bi sağa gitti olmadı, bi sola çevirdi damara giremedi. O sırada karşımda habire zırlayan küçük bi velet vardı. Neyse dedim sövmedim. Hemşire baktı sol kolumdan olmicak iğneyi çekti çıkardı sağ koluma gözünü dikti. Sonra parmaktelepatisiyle damar bulmaya çalıştı. Bi tane bulduktan emin olduktan sonra iğneyi batırdı. "Hah! buldu sonunda." dedim -tabi içimden-. Hemşire kan tüplerini iğnenin arkasına yerleştirdi bende garip bi zevk(!) anlayışıyla akan kana bakmaya başladım. Sonra "pöff" diye bir ses çıkararak tabiri caizse damarım patladı ve tüpün içene kan püskürttü. Hemşire hemen iğneyi çıkarttı -şu an iğnenin verdiği hasara bakıyorum ve yeşil bi renk görmekteyim- ve pamukla bastırmaya başladı. Diğer sarışın hemşireye seslendi bi de sen baksan diye, "acemisin anlamak zor olmadı" demek geldi içimden. Neyse sustum. Öbür hemşire yine sol kolumu aldı. Çeşitli yöntemlerle damarı bulup nihayet kan verme işlemini sonlandırdı.

  Tabi şanssızlıklarım bununla bitmedi. Klinikte üzerine oturmak için çıktığım sedyenin bi ayağı ne hikmetse aniden kısalıverdi ve pattt bi anda kendimi sedyeyle yerde buldum. Tabi hemen şaşırdı hemşire nası olur bunun ayağı böyle değildi diye. Güler misin ağlar mısın. Sol ayağımı da yere hızlı çarptığımdan topuğumda gün boyu sızlayan bi acı merkezi kuruldu.
Haa bi de üstüne klinikte 18imi doldurmadığım için çocuk servisine gitmek zorunda kaldım ki -.- neyse. -hala adamdan sayılmıyorum lan-

Nihayet klinikten çıktık doğru yürüye yürüye -yere basamadığım sol ayağımla- A. adliyesine gittik. Sabıka-sızlık kaydımı alıcaktık. Sıraya geçtik. Annem ben bi sıranın başına bakiim dedi. Allah, bi gitti bekle bekle yok. Meğersem sıra 500 metreden falan uzunmuş -.- . İşin yoksa bekle artık. Prosedürle içimden her 5dk da bir sövdüm.  Nihayet önümde 3-5 kişi kalmışken veznedar bağırdı "kapatıyorum 16. vezneye geçin diye" haydaa atillam haydaa. ben ve önümdeki ve arkamdaki yaklaşık beş kişilik gruptan aynı anda veznedara bağırışlar yükseldi. Veznedar başedemeyeceğini anlayınca vazgeçip bizim de işimizi halletmeye karar verdi -çok şükür-.

Neyse eve geldiğimde saat 6'ya geliodu. Zaten yorulmuşum.
Hayatımın en hoş ve şanslı günlerimden biriydi velhasıl(!).

Hala sövesim var.
xoxo yorgun agresif yeşil kollu Matmazel
her zamankinden daha Mıymıntı

abi gidin okumakla uğraşmayın ya

18 Ağustos 2011 Perşembe

4. Hayalî Şahs-ı Muhterem'in Müzikleri Vol-1

Kul kurar, kader gülermiş. Bazı hikayelerin sonu mutsuz bitermiş. Ama kadere inat insanoğlu hayal kurmaya, yazgım değişir diye inanmaya devam edermiş.                     
 
 
 
Closing your eyes to disappear
You pray your dreams will leave you here
But still you wake and know the truth
No ones there
Say goodnight
Don't be afraid

Kalan umutlarımdan birini seçip
Hepsini hepsini hep kaybettim. 


4. Hayali Şahıs
Mıymıntı

12 Ağustos 2011 Cuma

Reklam Müzikleri

Matmazel yine mıymıntılıklarına başladı. 

1.Peugeout
Raja Mushtaq-The Sculptor
 

2.Elidor 

Natasha Bedingfield - Feel The Rain On Your Skin

 

3. Ariston
Vangelis-Ask The Mountains

 

4. Philips
Connie Francis-Siboney

 
5. Burn
Pitbull-Give Me Everything

 



--Devamı gelecek



                                                                                              Matmazel Mıymıntı

                           XOXO


11 Ağustos 2011 Perşembe

Tarihin En İyi Soundtrack'ları

1. İnception - Time



2. Last Of The Mohicans


3.  Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain



4. Rocky



5. Requem For A Dream



6. Pirates Of The Caribbean



7. Titanic



8. Godfather



9. The Bodyguard - I'll Always Love You



10. Nothing Hill-She

 

11.Leon

 

12. Sweeney Todd-Pretty Woman


6 Ağustos 2011 Cumartesi

She Comes Back

 
 Ve kız geri döndü.
 Tercihimi yaptım. Bi gramlık pişmanlık duymadan başlamak istiyorum yeni hayatıma. 
Üniversite beni bekler.
Elimde her imkan var. Her şey bana bağlı.
artısıyla eksisiyle doğrusuyla yanlışıyla güzeliyle çirkiniyle
Her şey.
Üniversite başladıktan sonra sosyal ağlardan da kopasım var.
Ben yokken özleyin beni.
Ya da boşverin.
Unutun gitsin.
Matmazel buralarda olmaya devam edecek.






                               Biliyorum baya saçma bi yazı oldu. Ama içimden böyle geldi.
Arada saçmalamak da iyidir.
Ki şu günlerde tek yaptığım şey bu.
Matmazel XOXO


29 Temmuz 2011 Cuma

DÜNYANIN KURGUSAL SONLARI

Elimizde bi fırsat olsa. İstediğimiz her filmin sonunu belirleyebilsek. Mutlu mu bitmesini isterdiniz mutsuz mu? Şimdi, “Mutsuz son mu istenir, tabi mutlu olsun hem de en mutlusundan.” dediğinizi duyar gibiyim. Ben pek sizin gibi düşünenlerden değilim.  
Titanic’in sonunda Jack ölmeseydi, Rose’una kavuşsaydı; tekrar tekrar izlenir miydi? Sweeney Todd sonunda eşini fark etmeden öldürmeseydi, sizde bu kadar büyük bi etki yapabilir miydi? Melekler Şehri’ni hatırladınız mı? Ya Hayat Güzeldir’i? Leon’un sonu güle oynaya bitseydi o derece efsane olur muydu? Inception’ı tekrar düşünmenize neden olan şey filmin sonunun kötü bir şekilde bitme ihtimali değil mi? Ya Requem For A Dream? Black Swan? Becoming Jane? More Than Blue? A Moment To Remember? İncir Reçeli?

Karamsar-Kötümserim. Bunu şimdiye kadar fark etmişsinizdir.  Benim gerçeğim bu. Mutsuz sonlar mutlu sonlardan daha gerçekçidir. Hayat güllük gülistanlık değildir. Acımasızdır. Sen şu an mutluysan bile dünyanın diğer tarafındaki savaşmak zorunda olan, aç olan insanları inkar edemezsin. Mutsuz sonlar insanların haline şükretmesini sağlar, mutlu sonlar ise genelde kendilerinde eksik bulmalarını.
Ben buyum. Siz senaristi öldürüp yerine geçmeye çalışırken ben, yönetmen dahil herkesin yerine geçerim de yine de o senaristi orda bırakırım. O hayata en yakın gerçeği yapar benim için filmde.
Acılar, ölümler, mutsuzluklar olmadan hayatınızın tadını alamazsınız. Ya bütün bunları hayatın içinde yaşamanız gerekir ya da filmin içinde. İşte ben ikincisini seçenlerdenim.
Hiç mi mutsuz olmam? Hayır, sadece halime şükrederim.
Gülümser yoluma devam ederim.
Ya siz?



Mıymıntı Matmazel


27 Temmuz 2011 Çarşamba

KARA-R-SIZ

Kararsızlık zor şey ademoğlu ya da havvakızı. En kötü karar bile kararsızlıktan iyi derler, tamam buna da inanmıyorum ama yine de kötü şey ( Zaten buna inansaydım şimdiye kadar tercihi yapmış olurdum. ). Vay efendim şunun şusu iyi vay efendim bunun adı yok vay efendim kapısı küçük bacası büyük… Yeter yahu! Bütün gün düşünüp durmaktan başım ağrıdı. Yakında ciddi ciddi bırakıcam bu okuma işini. Hedefimi tutturdum, sorun artık oranın gitmeye değer bi yer olmadığını düşünmeye başlamam.
Kararsızlık dediğin girdap gibi bişi arkadaş. Yaklaşman bile içine düşmen için yeterli. İşte ben içine düşenlerdenim. Sen sakın yaklaşma.
Şimdi kolaysa çık işin içinden matmazel.
Belki tercihlerden sonra tekrar buralarda.


Evet şimdi bu resim biraz alakasız oldu. Kabul.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Almost Here


Şu sıralar resmen bu şarkıya takılmış durumdayım.
Brian McFadden-Delta Goodrem
Almost Here




Mıymıntı XOXO

8 Temmuz 2011 Cuma

Korku.

Korkuyorum hem de çok pis. Öyle böyle değil. Neyden mi? Acı çekmekten, kırılmaktan, mutlu olmaktan, doğrudan, yanlıştan, kazanmaktan, kaybetmekten, gülmekten, ağlamaktan, incinmekten, konuşmaktan, susmaktan,... hatta bazen düşünmekten, hayal etmekten korkuyorum. Bi sebebi yok. Olmayan sebebi yüzünden çaresi de yok. Adı konulmamış bi hastalık gibi. Üstelik bedenimin her yerini kaplamış. Söküp atamıyorum. Benim bir parçam haline gelmiş, nefes alış verişini duyabiliyorum. Sorun nerde başladı ne zaman başladı hatırlamıyorum. Kendimi bildim bileli hep böyleydi. Eskiden, çocukken, büyüyünce tüm korkuların biteceğini sanırdım. O zaman ölümden korkardım, daha doğrusu bir sürü korku içinde en büyüğü oydu. Aradan yıllar geçti, ölümün kendisi korkutmuyor artık beni; yaptıklarımdan, yapacaklarımdan, yapabileceklerimden korkuyorum. Ölürken yanımda onlar olacak çünkü. Azrail'in kendisi korkutmuyor beni, ben kendimden korkuyorum.
  Ve buna bi çare bulamıyorum.
                           

Matmazel R.R 
(ama siz onu zaten tanıyorsunuz)
yazdıkların(m)ı dikkate almayın,
Mıymıntı'nın tekiyim.

Her neyse,
korkunun ecele faydası yok.
buranın ilk siyah yazısına nokta.

7 Temmuz 2011 Perşembe

My Immortal


Evet, Matmazel yeni bi şarkıyla çıkageldi. 2004 yapımı bi Evanescence şarkısı. Her gezimizde dinlediğimiz yol şarkımız. Bu şarkının Matmazel'deki yeri ayrıdır.

Sizi şarkıyla baş başa bırakıyorum.

I'm so tired of being here, suppressed by all my childish fears
And if you have to leave, I wish that you would just leave.


Matmazel'den Mıymıntısızlıklarla

Mıymıntı Yemekler Tabak-1

En sevilmeyen yemek bölümünün bu hafta konuğu;

Bamya Yemeği
Malzeme Listesi:
1 kilo bamya
1 adet limon suyu (kavanoz bamyaya 1 yemek kaşığı)
600 ml su (3 su bardağı)
2 adet domates
1 yemek kaşık domates salçası
1-2 orta boy soğan
yarım cay bardagı zeytinyağı
tuz
 
Yapılışı:
Bamyaları yıkayın. Bir kabın içine suyu ve limon sularını koyun. Bamyaları ayıklayarak ekşili su içine atın (ekşili su bamya yemeğinin suyunun uzamasını engeller).
Limon suyunu üzerine gezdirin.Temizleme işlemi bittikten sonra tencereye yağı , çok ince doğranmış soğanı koyun ve 2-3 dakika kavurun. Bir yemek kaşığı salça katıp biraz daha kavurun. Domatesleri kabuklarını soyarak kare doğrayın ve soğanlara ilave edin. 3-4 dakika daha karıştırarak pişirin. En son ekşili su içindeki bamyaları da katın ve ağız tadınıza göre tuz ilave edin.
 
Bamyalar pişinceye kadar ocakta tutun, sonrasında servise hazırdır.
 
tarif barbunyam.blogcu.com'dan alıntıdır.
 
Böyle bir yemeği hayatta yemeyeceğim için size afiyet olsun =) 
 
Matmazel Mıymıntı XOXO

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Alice Harikalar Diyarında Vol-1

Toplayın valizlerinizi, bavullarınızı. Mıymıntı sizi götürmeye geldi. Bu hafta Norveç'e gidiyoruz. Ya da resmi adıyla Norveç Krallığı'na. Adından da anlaşılacağı üzere bir anayasal monarşi ülkesi.
Kısa bir özet bilgi vermek gerekirse;
Kuzey Avrupa'da bulunan İskandinav Yarımadası'nın batısında bir ülke. Finlandiya, İsveç ve Rusya Federasyonu ile komşu olan ülkenin batıda Atlas Okyanusu'nun bir kolu olan Norveç Denizi'ne kıyısı vardır. Ülkenin başkenti Oslo'dur. 


Norveç Avrupa ortalamasının üstünde yaşam standartına ve ekonomik gelişmişliğe sahip olduğu için Avrupa Birliği'ne girmek istememektedir. Öte yandan; Norveç, İsviçre, İzlanda ve Lihtenştayn ile birlikte EFTA (Avrupa Serbest Dolaşım Örgütü) üyesidir ve bu örgütü terk edip AB'ye geçmeyi istememektedir. Ülkede iki kere referandum yapılmış ikisinde de Avrupa Birliği'ne red kararı çıkmıştır.

Anlayacağınız gerçekten çok zenginler. Norveç'te kişi başına milli gelir 52,561 dolardır ve bu rakam ile ikinci sırada yer alır. Öte yandan Avrupa'nın en pahalı ülkesidir.
Norveç'te Kuzey Işıkları'nı da görmek mümkün. Demiş miydim?










Vikingler'in torunları olan Norveçliler, uzun boylu, sarışın ve mavi gözlüdür. Küçük bir azınlık oluşturan Laponlar ise kısa boylu ve esmerdir.















Yazın Kuzey kutbu dairesinde en göze çarpan şey gece yarısı güneşidir.En kuzeyde Nordkapp’da güneş 13 Mayıs’tan 29 Temmuz’a kadar görünmez.



Norveç'teki göllerden biri.













Ayrıca Norveç'in geleneksel tahtadan yapılmış evleri ve kiliseleri çok ünlü.
Norveç'in muhteşem fiyortlarından bir görünüm.
Norveç dağlar,fiyortlar ve buzullardan oluşmuş,el değmemiş güzelliğe sahip bir ülkedir.Ülkede yıl boyunca kayak yapabilir,vahşi doğayı uzun yürüyüşlerle keşfedebilirsiniz.Norveç’te araba,tren ve feribotla yapacağınız gezintilerde karşılaşacağınız doğal manzaranın sizi büyüleyeceğinden emin olabilirsiniz.Uzun yaz günlerinin yaşandığı ülkede doğallığı bozulmamış balıkçı köyleri ve zengin geçmişe sahip tarihi alanların tadını çıkarabilir Viking gemilerini ve ortaçağa ait kiliseleri gezebilirsiniz. Norveç’in değişik coğrafyası,ülkede soğuktan başka bir şeyin olmadığını düşünen turistleri şaşkınlığa uğratır.Tam tersine ülkenin güneyinde tarım alanları,muhteşem ormanlar ve güneşli plajların yanı sıra fiyortlar da bulunur.Macera tutkunu turistler Svalbard takımadalarına doğru ilerleyip fok,mors ve kutup ayılarının buzlar üzerindeki güneş banyosuna tanık olabilirler.
Norveç Mayıs ayından Eylül’e kadar en iyi ve en güneşli zamanlarını yaşar.Baharın sonuna doğru olan zaman dilimi ziyaret için en güzel dönemdir.Bu zamanda meyve ağaçları çiçek açar,günler uzar,hava ılıktır ve görülmeye değer yerler açık ama kalabalık değildir.
Oslo'dan bir görünüm.

 Her Türlü Mıymıntılığıyla Matmazel XOXO

5 Temmuz 2011 Salı

Vişneli Cheesecake

Size sevmediğim bi tatlı tarifi vermekten gurur duyuyorum. Bu benden beklenecek bi mıymıntılık zaten.

Vişneli Cheesecake


Vişneli Cheesecake


Kaç Kişilik : 4 kişilik
Hazırlanma Süresi : 25 dakika
Pişirme Süresi : 30 dakika


Malzemeler 
  •  100 gr margarin
  •  1.5 paket eti burçak
  •  1 çay kaşığı tarçın
  •  400 gr labne peyniri
  •  1 paket krema
  •  1 yumurta
  •  1 yemek kaşığı buğday nişastası
  •  yarım bardak toz şeker
  •  1 paket vanilya
  •  1 paket tart jöle
  •  1.5 bardak vişne suyu
  •  Dondurulmuş vişne 
Hazırlanışı
  • Tabanı için;
  • Margarin tavada eritilir,daha önceden toz haline getirilmiş burçaklar yağda kavurulur. Üzerine de tarçın eklenir. Burçaklar uygun kıvama geldikten sonra borcama yayılır.
 

  •  Krema kısmı için;
  •  Labne,krema,yumurta,buğday nişastası,tozşeker,vanilya hepsi bir kaba konulur ve çırpıcı yardımıyla çırpılır. Çırpılan karışım borcama dökülür. 180derecede pişine kadar bekletilir.
 

  • Üst kısmı için;
  • 1.5 bardak vişne suyuna tart jöle ve 2 silme yemek kaşığı toz şeker konarak kaynatılır.Karışım kaynadıktan sonra vişneler ilave edilir,biraz daha karıştırılır ve kremanın üzerine dökülür.     
  •   1 gün boyunca buzdolabında bekletilir. 
Benden bu kadar. Vişnesi benden geri kalanı yemesi sizden. Afiyet, bal, şeker olsun.

www.yemektarifleri.com 'dan alntıdır.

M.Matmazel

Harikalar Diyarında Kaybolan Adam: Lewis Carroll

Hepimiz masallara inanmak isteriz değil mi? Bizler; eski ve yenidünya insanları, büyük ve küçük insanlar. Hangimiz sıradan hayatımızın düzlüğünde, ayaklarımızın ucunda kocaman ve ışıltılı bir kapı açılsa bunu reddetmeyi aklından bile geçirmeden minik bir adım atma cesaretine sahip ki... “Cesur olmak” elbette biz büyükler için çok daha zor. Ama ya çocuklar... Masalları uykunun başlangıcı, rüyaya atılan ilk adım olarak algılayan, anlayan, “sanan” çocuklar böyle mi? Masal dinleyen bir çocuğun gözlerine bakmayı deneyin. O olağanüstü parlaklığı, bizlerin çoktan kaybettiği “ya sonra neler olacak?” merakını, cümle bitip sona gelindiğinde o iç burkan yutkunmayı göreceksiniz. Eşsiz hayal gücünün gerçek dünyanın karanlığına yenildiği o yazık an! Ve çocuklara masal anlatma telaşıyla yola çıkan bir adam; Charles Ludwidge Dodgson. Tanıdığımız ismiyle, Lewis Carroll.
Gerçek dünyanın o katı ve değişmez hakikatinden sıyrılmaya çalışan bir deha –kimilerine göre bir deli belki-. Hastalıklı bir matematikçi, delice tutkuları olan bir fotoğrafçı, saf yanı hala canlı bir papaz, anagram ustası bir mantıkçı, sınırları zorlayan masalların yaratıcısı, yazar ve şair. Alice Harikalar Diyarında’yı yazacak olan kalemin sahibi dünyaya geldiğinde yıl 1832’ydi. İngiltere’nin Daresbury kasabasında bir din adamının çocuğu olarak açtı dünyaya gözlerini, üç kardeşin en büyüğüydü. Rahip ya da asker olmak Carrell Ailesinde tarihi bir gelenekti sanki. Ve bu geleneksel işten şaşmayarak Lewis Carroll’da rahip olması için yetiştirildi. Fakat 20’li yaşlarının ortalarında din eğitimini yarıda bırakarak matematiğe ve edebiyata yöneldi. Bu değişim sadece seçeceği meslekte değildi üstelik işini ve adını da değiştirmeyi koymuştu kafasına. Ve yeni ismini Latinceden devşirilmiş bir yolla, bir kelime oyunuyla bulmuştu. lutwidge > ludovicus > lewis charles > carolus > carroll.
Rahip olamayacak kadar çok bağlıydı dünyevî zevklere belki, belki de tanrı’yla anlaştığından çok daha iyi anlaşıyordu, rakamlarla, paradokslarla, sözcüklerle. Gördüğü ve başa çıkabildiği her şeyle tanrıdan daha iyiydi arası. Gençti, başarılıydı ve yalnızdı. Ve Lewis Carroll olarak ilk şiirini yayınladığında sadece 23’ündeydi. Çok küçük yaşlarda başlamıştı hikâye ve şiir yazmaya. Çünkü yazarken rahat olurdu insan. Özgürce, dilediğince, sicim gibi uzayan satırlarla ve her şeyden önemlisi “kolayca” anlatabilirdi hissettiklerini. İnsan, yazarken kekelemezdi ki... Kendisinde başa çıkamadığı tek kusurdu bu. Bir türlü tek nefeste anlatamıyordu istediklerini. Uzun yıllar bu yüzden hep uzak durdu insanlardan. En sonunda kekeme ama işe yarar bir roman kahramanı yaptı kendini. Dodgson, kekeme olarak söylendiğinde “dodo” diye dile geliyordu, o da kendi adından bir kuş yarattı sonunda. Alice’in hikâyelerinin içinde, ona yol gösteren, yardım eden kekeme kuş yazarın ta kendisiydi aslında. Ve 1861 yılında Oxford Koleji'nden dereceyle mezun oldu, ardından matematik alanında doçentlik unvanı aldı. Eğer hayatımızda “kırılma noktası” dedikleri şey varsa, Lewis Carroll için bu Christ Church Collage’de çalışmaya başladığı andı. Okul müdürünün kızı, harikalar diyarının kahramanı Alice Liddle ile ilk kez burada tanıştı.
Okulun bahçesinde, tahta bir sandalye de yerden yüksekte kalan ayaklarını sallayarak oturan ve gözlerini yere dikmiş bir kız vardı. Ve efsane o ki; bu küçük kızın dalgın bakışlarından ilham alan Carroll, Harikalar Diyarı’na böyle adım attı. Başka bir efsaneye göre, Lewis çocukların fotoğraflarını çekmekten büyük keyif alan bir adamdı. Ve onların fotoğraflarında masum birkaç kare yakalayabilmek için yarattı Harikalar Diyarı’nı.

Çocuklara olmayan ülkeler anlatıyor ve onları beyaz bir tavşan vasıtasıyla yolculuğa davet ediyordu. Masalları dinleyen çocuklarsa, dalgın bakışlarla bakıyorlardı deklanşörün ardındaki yüze. 21.yy’da bizler, bu kitabın yazılış amacının ne olduğunu asla bilemeyeceğiz. Tıpkı Lewis Carroll’un günlüklerinde kendine neden “günahkâr” dediğini bilemediğimiz gibi. İlk kez 1865 yılında yayımlandı bu giz dolu hikâye. İlk cümlesinde Alice’in dediği gibi, “Resimsiz, konuşmasız bir kitap neye yarardı ki?” işte bu yüzden iki bin adet yapılan ilk baskıyı dönemin ünlü ressamlarından biri resimlemişti. Fakat daha sonra ressamın ricası üzerine bu ilk baskı rafa kaldırıldı. Bu basımdan elimize yalnızca yirmi bir tane ulaşması bu ilk baskıyı 19.yy’ın en az bulunan kitapları arasına soktu. 1866 yılında yapılan yeni baskı ise kısa zamanda tükendi. Alice Harikalar Diyarında’yı ilk okuyanlar arasında Kraliçe Viktorya ve Oscar Wilde da bulunuyordu. İçten içe beklediği ama ummadığı büyük bir başarı yakalayan Carroll, Alice’in maceralarının ikincisini kaleme aldı ve Harikalar Diyarı’nın devamı niteliğinde olan yeni bir sihirli hikâye yarattı:
Alice Aynanın İçinde. Bir matematikçinin küçük bir kıza matematiği, sayıları, rakamları sevdirmek için yazmaya başladığı bu eser, eğer Alice Liddell ısrar etmeseydi gizli saklı kalacaktı. Bizler, yani Harikalar Diyarı’na sadece dışardan bakanlar tarafından okunup sevilemeyecekti. İç içe geçmiş aynalar arasında, tıpkı öykünün kendisi gibi sonsuzluğa doğru uzayıp gidecek ama yine de bilinmez kalacaktı. İlk basımın ardından bir buçuk asır geçmiş olmasına rağmen, “varolmayan ülke” varlığını korumaya ve ardında bıraktığı cevapsız sorularla on binlerce okurunun kafasında soru işaretleri yaratmaya devam etti. Kimi zaman insanları beyazperdeye mıhlayan, gişe rekorları kıran bir filmde gösterdi kendini. The Matrix’de “follow the white rabbit”i hatırlayın, kimi zaman da, milyonlarca insanın hayranlığını kazanmış müzik gruplarının notalara döktüğü sözlere ilham kaynağı oldu. The Beatles’ın “Lucy in the Sky with Diamonds”ı yahut Travis’in “Humpty Dumpty Love Song”unda olduğu gibi. Öldüğünde İngiltere’nin en ünlü ve en sevilen çocuk kitabının yazarı olan Lewis Carroll’ın iç dünyasını anlamak, yarattığı diyara adım atmasını sağlayan magic mushroom’u kavramak, bitmek tükenmek bilmez baş ağrılarına şifa niyetine ne kullandığını bilmek, bazılarının dediği gibi otuz iki yaşındayken on bir yaşındaki Alice’e evlenme teklif etmiş olabileceğinin doğruluna inanmak, neden sadece çocukların yanında kekelemediğini tahmin etmek gerçekten de çok zor. Ve belki de imkânsız. 1853 yılından 1863 yılına kadar kayıp olan günlüklerinden gün yüzüne çıkanlarının bazılarında kendisini tanımlamak için dediği gibi ya bir “günahkâr”dı ya da klasikleşmiş bir masal olan Peter Pan’ın yazarı James Berrie gibi sadece çocuklarda bulabiliyordu o eşsiz huzuru, sakinliği ve saflığı. Ancak bir çocuğun yanındayken temize çekebiliyordu içini, ancak öyle anlatabiliyordu kendini.
Harikalar diyarı’nı yaratmasına her ne sebep olduysa, biz bunu bilemesek bile, yeryüzündeki tüm çocukların büyülü bir gerçekliğe inanmasını sağladı o. İki kere ikinin dört etmediği, yemeklerin içinden kıl çıkmadığı, var olmanın sanıldığı kadar sancılı olmadığı, zamanın durduğu ( Alice, Şapkacı ve Mart Tavşanı’nın beş çayını hatırlayın), iskambil kâğıtları ve hayvanların konuşmayı ve gülmeyi becerebildiği bir masal yarattı...


Bu yazının sonuna geldiyseniz tüm önyargılarınızdan sıyrılıp şimdi okuduklarınızı hayal edin lütfen: Günün birinde bir adam; sizi de dünyanızın tüm karanlıklarından alıkoysa, yorgunluklarınızı ve uykunuzu ödünç alsa, içinizdeki “merak” fitilini beyaz bir tavşanın “Eyvah, eyvah! Çok gecikiyorum!” cümlesiyle ateşlese... Kısa bir anlığına bile olsa siz de o beyaz tavşan gibi bir şeylere geç kaldığınızı düşünmez misiniz?. Kırmızı gözlü, şık kıyafetli o beyaz tavşanın ardı sıra yakalama fırsatı bulduğunuz yeni hayatınızın bilinmezliğine ilk adımınızı atmaz mıydınız? Tıpkı bir çocuk gibi masallara inansaydınız; belirsizlik, tanımsızlık, harika ülkenin tekinsizliği ya da en basitinden konuşan bir tavşan sizi peşinden koşmaya davet etmez miydi? Meraklarından ve şaşkınlıklarından sıyrılmış büyük bir adam olarak takipsizlik kararı mı alırdınız? Yoksa gözlerinizi, hislerinizi ve güm güm çarpan kalbinizi de yanınıza alarak iz sürmeye, büyüyüp küçülmeye, iç geçirmeye dair bir hikâyeye kahraman mı olurdunuz? Sizin de kafanız birazcık karıştı değil mi?




Hatırlamadığım bir zamandan, Hatırlamadığım bir yerden alıntıdır.
Mıymıntı'dan XOXO